Çeviri Kimin İçin Yapılır (Ve Türkiye Neden Bir Çeviri Kültürü Değildi) |
Uygun çeviri yok Süreyyya Evren Ç.N. (Çevirmenin Notu) Dergisi, sayı 14, 2011, Şimdi Yayıncılık, İstanbul Neredeyse hayatım boyunca çeviri yapmışım gibi geliyor. Teknik çeviri de yaptım, (çok satmayan) bestseller da çevirdim, edebiyat klasiği de, anarşist makaleler de, kişisel gelişim kitapları da. Ama kendimi bir türlü çevirmen olarak göremedim. Bir boya makinesinin kullanım kılavuzunu çevirirken şu hatayı yaparsanız eliniz kopar türü cümleleri çevirmek hatırladığım en gerilimli an bütün bu süreçte. Makinayı görmeden çevirmek istemiyorum bunu demek geçmişti içimden. Sonra nasılsa kimse kullanma kılavuzuna bakarak makine kullanmıyordur nasılsa Türkiye’de diyerek rahatladım. Gene de çok huzursuz bir işti benim için. Sanırım, neredeyse hayatım boyunca çeviri yapmış olmama karşın, kendimi bir türlü çevirmen olarak görememem, tarihte pek çok edebiyatçının yaptığı gibi, sevdiği, kendi edebi yaklaşımına yakın bulduğu, önemsediği eserleri/yazarları çeviren biri değil de, ekonomik sebeplerle, sıkıştıkça yabancı dil kozunu kullanmayı deneyen biri olduğumdan. Halbuki bazen edebiyatçılar çevirdikleri eserleri kendi yapıtlarına örerler. Kimdi bu kişi, ne iş yapmıştı dendiğinde, şunları yazdı, bunları da Portekizceye, Norveççeye, Japoncaya çevirdi diye kaydı tutulur. O edebiyatçılardan biri değilimi. Kendi yaptığımız yayınlar için çeviriye veya redaksiyona koyulduğumda, sözgelimi Karaşın, Siyahi veya Sıcak Nal için, ya da bazı ufak tefek ama bence kritik parçaları başka dergilerin yayınların programına aldırmaya çalıştığımda, elbette içeriği kazandırmak birincil derdim olmuştu, oluyor. Ama onun dışında çeviriyi ekmek teknesi olarak gördüğümü söylemem gerek baştanii. Kısacası, çeviri konusunda bir uzman görüşü oluşturmaya talip değilim hiçbir şekilde. Öte yandan, bu konu üzerinde hiç özel olarak çalışmadıysam da, çeviri yaparken de, kitap veya dergi yayına hazırladığım kimi süreçlerde de çeviri üzerine düşündüğüm oldu. Hatta bu konu üzerine bolca düşündüm, düşünmek de durumundaydım çünkü kararlar vermem gerekiyordu. Ve şairin dediği gibi “her seçim bin vazgeçiştir.” İşte bu karar verme ve bin farklı ihtimalden vazgeçme anlarına odaklanmaya çalışan, temelde deneyimler üzerinden giden basit bir notlar nişi açmaya çalışacağım burada. Tabii çeviri üzerine düşünmek zorunda olmamım tek sebebi kararlar vermek zorunda kalmam değildi. Çeviri kararları aynı zamanda üzerinde sürekli kafa patlatmaya gayret ettiğimiz Türkiye kültür iklimini de doğrudan etkileyen kararlar. Türkiye düşünce dünyasında bence (çevirmenler, redaktörler, editörler vdlerince alınan) çeviri kararlarının hayli hayati bir yeri var. Bu yerin yeterince görünürleştirildiğini düşünmüyorum. Bugün kullandığımız ‘düşünce Türkçesi’ diyebileceğim felsefi, sosyolojik, psikolojik vs kavramlarla yüklü Türkçe çok büyük ölçüde 90’lı yıllardaki (ve kaplan payı çevirmende olmak üzere) çeviri kararlarınca kuruldu. Düşünmeye yarayan bir dil inşa edildi. Yoktu bu dil. Ben tahakküm sözcüğünün bile çevirmenler tarafından yerine oturtulduğunu çok iyi anımsıyorum --çünkü buna direnmeye ve başka birşey önermeye kalkmıştım :) Türkiye’nin hep bir çeviri kültürü olduğundan bahsedilip durulur. Yalçın Küçük’ün çeviri odasında yetişen Türk aydını gibisinden zamanında belki zihin açmış metaforlar bugün ayakbağı oluyorlar. İstatistikler yalan söylüyor basbayağı. Ben aksini söyleyeceğim, Türkiye tam tersine bir çevirmeme toplumu olarak 90’lara kadar gelmişti. Dünyada ne olup bittiğini ancak bu kadar takip etmemek olabilir. Hala da o içe kapanıklığın etkileri sürüyor yer yer. Eskiden bir kitabın ilk baskısı 10 bin, 20 bin yapılırdı diyorlar. İyi de hangi kitap? Felsefe tarihinin, düşünce tarihinin, edebiyat tarihinin, özellikle 20. yüzyıl klasiklerini içeren pek çok kritik mihenk taşı metin hep 90’lardan sonra çevrildi Türkçe’ye. Hatta kimi 2000’lere sarktı. Hala devam eden kritik çeviri süreçleri var. Aslında 20 yıl önce Türkçe okurun okumuş olması, okumayı talep etmiş olması gereken kitaplar var içlerinde. Kitap isimlerine girip konuyu dağıtmayacağım. Ama örneklerin, alanı takip eden herkesin gözünün önünden, birkaç saniyede yüzlerle geçeceğini tahmin ediyorum. Biri, 1990’dan sonra Türkiye’de yayınlanmış ve 1990’dan önce (sıklıkla, özellikle kilit metinlerde, çok önce) yazılmış kitapların bir listesini yapsa afallayıp kalırdık. Bütün bunlar olmadan, yabancı dillerden okuma yapamayan biri, ne okumuş, ne bilmiş, nasıl, ne hakkında konuşmuş derdik. Allaha şükür 40larda 50’lerde bir furya yapıp bir dolu kitap çevirmişler, hala onlara tapıyoruz. İyi de zaten çeviriliyor olması gerekliydi. Dostoyevski’nin çevrilmediği dil mi var dünyada? Ben vay neler çevrilmiş, neler yayınlanmış diye önümüze duygusal bağlar geliştirdiğimiz kitapları koyup (ki aynı tavır bende de yıllarca olmuş olduğu için biraz kızgınım galiba) efsaneler üretme tavrını biraz askıya almamız gerektiğini düşünüyorum. Onun yerine şunu yapalım, önümüze boş bir kağıt alıp neler çevrilmemiş, neler, ne kadar zaman sonra çevrilmişe bakalım. Böyle bir kritik kroniği okumak çok isterdim. Hayret ederdik eminim yer yer, sahiden böyle mi olmuştu diye. Yabancı dil eğitiminin de o denli güçlü olmadığı bir 70ler - 80’ler Türkiyesi’nde mesela, tartışmalar, değerlendirmeler, hangi referanslarla, hangi kavramlarla, ve hangi dünyada yapılıyordu? Gününün dünyası olmadığı kesin. Türkiye’de yabancı dil bilen aydınla bilmeyen arasındaki fark, eşitsizlik, hatta fırsat eşitsizliği, azaldı mı kapandı mı bilemiyorum, daha karmaşık bir konu bu ama, 90 öncesinde inanılmaz olduğu görülüyor. Ve peki Türkiye kültürünü hangisi domine ediyordu? Türkiye siyasetini? Edebiyatını? Felsefesini? Mesela felsefeyi dünyadan haberdar olanların domine etmediği kesin. Çünkü neredeyse bütün ilgili felsefi kavramları çevirmenler 90 sonrasında kendi başlarına icat etmek durumunda kalmışlardı. Bu kavramlar halihazırda dolaşımda yoktu. Türkiyeli yazarlar yazılarını yazarken bu kavramları kullanıp da parantez içlerinde orijinalleri vererek dilimize yeni kavramlar kazandırmadılar. Hayır sadece çeviri kararları yeni kavramlar kazandırdı. Parantez içinde orijinalleri çeviri eserlerde gördük. Hem de bu şekilde gerçekten çok sayıda kavram Türkçe’ye kazandırıldı. Yani oturulsa bir ‘çevirmenlerin dilimize kazandırdığı terimler sözlüğü’ yapılabilir. Türkçe’ye kazandırıldı klişe kalıbını kullandık diye arada kaynamasın: yeni kavramlar yeni düşünüşler demektir. Çevirmenler (Türkçe için) yeni filozofları, düşünürleri Türkçeye katarken bir yandan da gerekli parametreleri, kitabın içinde konuşacağı uzamı da (yani kavramları da) yaratmak zorundaydılar. Adı bir türlü tam konamamış bu enteresan durum yüzünden, vakti zamanında Ayrıntı Yayınları bir tür ‘çevirmenlere terimler sözlüğü’ hazırlamıştı. (Başlığında sözlük diyordu ama aslında terimceye daha yakındı sanırım bu mini ama tarihi kitapçık.) O sözlükte çevirmenlerce (ve editörlerce) bulunmuş sözcüklerin izleyen yıllarda Türkiye düşünce hayatı üzerindeki etkisinin büyük olduğu aşikar. Tabii 20 yıl geride bırakıldı, artık 90’larda değil 10’lardayız. Bugün çeviri yapmaya oturacak kişi benzeri bir ‘rönesans çevirmeni’ pozisyonunda bulmaz kendini. Önceki kuşak temeli çattı. Hatta şimdi de kısmen editoryal mevkilerde oturarak veya örgütlenmeler ve yayınlarla, mirasın har vurup harman savurulmadığından emin olmak istiyorlar belki de. Parantez içinde orijinal sözcüklerin yazıldığı, bu şekilde kendi önerilerini şeffaflaştırarak okuru düşünme odasına çağıran yayıncılık anlayışımız üzerine birşeyler daha söyleyecek ve ‘gölge okuma’ adını verdiğim okumayı tanımlamaya çalışacaktım ama sanırım önce bir iki deneyimim üzerine notlarımı da aktarmam gerek ki layıkıyla o konuya girebileyim. Yakın zamanlı bir deneyimle başlayayım. Dergimiz Sıcak Nal’ın ikinci sayısında ‘Romanımı Geri Ver’ başlıklı bir köşe açtık. Roman sanatını piyasadan geri almayı hedeflediğimiz bu köşe çerçevesinde ilk olarak Marquez’in Kırmızı Pazartesi adlı kitabına döndük yüzümüzü. Tasarladığımız formatın gereği olarak, üzerinde durmak istediğimiz kitaptan kritik bir pasajı yeniden yayınlayacak, arkasından da, o pasajı da didikleyen ama kitabın tamamamını da ele alan yazılara yer verecektik. Biz Kırmızı Pazartesi’den en sondaki fiili cinayet anlatımı sahnesini seçtik. Hrant Dink suikastinin ardından ben dahil çok kişi Santiago Nasar’ın öldürülmesiyle Dink’in öldürülmesi arasında benzerlikler kurmuştu. Bu benzerlik alanını da araştıran iki yazıdan birini bu satırların yazarı kaleme alırken diğerini Arat Dink yazdıiii. Bende, o günlerde, bir takım rastlantılar sonucunda, Kırmızı Pazartesi’nin tam üç edisyonu vardı; tümü Faik Baysal çevirisiyle yayınlanmış, 1983, 1986 ve 1996 edisyonları. Bu farklı dönem edisyonları sayesinde çeviride zaman içinde ufak tefek değişiklikler yapılmışsa takip edebileceğimi varsayarak kendimi güvende hissetmiştim. Bahsettiğim son bölümü bu edisyonları referans alarak dizip dergide yayınlanmaya uygun hale getirdik. (Arat Dink’in de Faik Baysal çevirisini esas aldığını tahmin ediyorum yazısına bakarak ama bu konuda konuşmadık.) Hatta ben yazımda Baysal çevirisinin başlığı değiştirişinden de bahsetmiştim. Dergiyi yayına hazırlıyorduk, sayfalar bağlanıyordu. Kırmızı Pazartesi’nin kapağını da tarayıp basmayı düşündük. Arkadaşlardan biri, yeni aldığı bir edisyonun pırıl pırıl kapağını taradı ve sayfaya yerleştirdik. Sonra çıktı aldık ve satır satır okuyarak son düzeltileri toparlamaya giriştik. Tam bu sırada, birisi Kırmızı Pazartesi’nin kapağında bir gariplik farketti. Hemen baktık, ve birden garipliğin sebebini anladık: Can Yayınları başka bir çevirmene (İnci Kut’a) kitabı bir daha çevirtmişti! Ben yazımda kitabın orijinal isminin Türkçe’de tamamen iptal edildiğinden bahsediyordum ama yeni edisyonda orijinal ismin çevirisi bir altbaşlık olarak verilmişti (gariplik dediğimiz dikkatimizi çeken farklılık da buydu esasta). Baysal’ın çevirisini okurken rakı kokusu alır gibi bir serbest çevri kokusu alıyordunuz (kahramanların her fırsatta ‘rakı’ içmelerine göndermeli bir espri yapacak olursak). Ama serbest çevirinin boyutlarını ancak Kut çevirisiyle karşılaştırınca tam olarak hayal etmek mümkün oluyordu. Çok büyük bir hata yapmaktan son anda kurtulduk diye hayli sevindik önce. Az kalsın cinayet pasajını Baysal çevirisiyle basıyorduk! Hemen aynı pasajın Kut çevirisini dizmeye koyulduk. Bir yandan da harıl harıl karşılaştırıyor, romanın kritik bölümlerini yeni çevirisinden okuyorduk. Bu süreçte, serbest çevirinin ‘saptırmalarını’ konu alan horgörmelerimizin süngüsü yavaş yavaş düşmeye başladı. Pek çok örnekte kitapla yaşadığımız duygusal bağın sacayaklarından vazgeçmemiz bekleniyordu yeni çeviriyle. Bile bile kandırılmak isteyen bir sevgiliye dönmeye başladık. “Biliyorum doğru değil, ama bana ne kadar güzel olduğumu, beni ne kadar çok sevdiğini bir kez daha söyle” dercesine Baysal çevirisine geri dönme davranışı geliştirdik ayaküstü. Hatta, Kut çevirisini hiç farketmemiş gibi yapıp –ki 10 dakika önce durumumuz zaten buydu– pasajın Baysal çevirisini basalım diyenler, veya iki çeviriyi birden basalım diyenler de olduiv. Baysal çevirisiyle vedalaşmakta, ayrılmakta yaşadığımız büyük güçlük, bir tür yas sürecine girmemiz, bende serbest çeviriye karşı genel bir öfkeyi de tetikledi. Yeniden, bu kez daha öfkeli biçimde, serbest çeviri yapmaya cüret etmenin ne anlama geldiğini düşünmeye başladım. Tam da, serbest çevirinin kollarına düşüp ona bağlılık yeminleri ettiğim bir anda, aşk nefret ilişkisinin doğası gereği, bu sorgulama başladı. Baysal’ın romanını okuduğumuzda, Marquez’in hangi teknikle nasıl bir iş ortaya koymaya çalıştığını anlamak bazı açılardan imkansızlaşıyordu. Büyülü gerçekçiliği tamamen yanlış anlamak için sebepler veriyordu bize. Şunu hissediyordum: bu kitap dünya kültürünün bir parçası olan, Marquez’le ve diğerleriyle aynı şebekede yer alan ve Marquezgillerin ne yapmaya çalıştıklarını, ne kattıklarını, ne ortaya koyduklarını anlayıp değerlendirerek bundan haz alacak bir birey olarak okuru öngörmemişti. İşte hayati soruma ilk burada değme fırsatı buluyorum: Hangi çeviri, nasıl bir okuyucu hayal eder? Savaş Kılıç’ın Sıcak Nal’ın 5. sayısı için yazdığı “Çeviride “tanrı” denir mi, allahaşkına? -Yahut- “Biz Ayrı Aksiyomların İnsanıyız” başlıklı yazısı ile tartışarak devam edebilir miyim acaba, bir deneyeceğim burada. Kılıç, hınzır bir üslupla kaleme aldığı yazısında, Don Giovanni için zamanında kullanılmış Don Cüvani tercümesini övüyor. Serbest çeviri üzerine daha güzel bir başlangıç olabilir mi Don Giovanni gibi serbest gezen bir tohumdan? Benim itirazım şuna: bu tür çevirilerin övülmesi, çok yerel, yerli ve ‘yerlisin sen yerli kal’ bir okuru tatmin etme oyunu oynamaya dönmesin? Okurdan kendisini üstün gören bir çevirmen tutumuna benzemez mi bu giderek? Üstünlüğü şurdadır çevirmenin: iki bilgi alanının ikisini de bilmesinde!.. Yani hem Don Giovanni’yi bilir hem Don Cüvani’yi. Okurun eline de bir metin tutuşturur, ama ona sadece Don Cüvani’yi uzatır. Okur Edirne’den dışarı başını uzattığı anda, okudugunu sandığı ama okumadığı bir dünyanın içinde bulacaktır kendini artık. Bence sorunlu bir de imge eşlik ediyor bu okurun küçük dünyasına merhamete: orijinal metin bir ülkede idi, aynı bir kule gibi, bir Pisa Kulesi gibi, çeviri de o metni alıp başka bir ülkeye dikmektir imgesinden bahsediyorum. İmgenin detaylı tartışmasını Kılıç yapıyor da benim takıldığım nokta başka: birincisi, diyelim Proust, Fransa’da bir lokasyona ait değil, dahası Fransa’ya ait de değil, Fransızcaya ait de değil salt. Bir dünya kültürü ağı içinde yeralıyor. İnsanlar dünyanın dört bir yanında Fransız edebiyatını veya Fransa’yı daha iyi tanımak için Proust okumuyorlar. Edebiyatın kendisini daha iyi tanımak için Proust okuyorlar. (Dünya edebiyatı diye artık ayırmaya gerek kalmıyor kendini dünyadan farklı bir yerde görmediğinde). Ama biz görüyoruz aslında. Bu konu açılınca hep andığımız bir komiklik vardır. Çok eski tarihli bir mimarlık dergisi olan Arkitera dergilerinde, 40’lar olmalı ama belki 30’lardır, editörler şöyle başlığı olan bir köşe uygun görmüşler: “Başka Ülkelerde Mimarlık”. İyi mi? Yani dünyada mimarlık ikiye ayrılıyor. Bizim ülkemizde mimarlık ve de başka ülkelerde mimarlık! Başka ülkelerde edebiyat diye düşünmek gibi. Dolayısıyla, Pisa Kulesi de aslında salt İtalya’da değil bu çerçevede. Ortada bir ağ var. Parçası olacaksan, içine gömüleceksen, Pisa Kulesi’ni alıp İstanbul’a dikmezsin çeviri yaparken. Ağ içindeki yerinde bilmeyi önemsersin. Ama başka ülkelerde mimarlık, başka ülkelerde edebiyat diye olaya bakarsan, Miniatürk’te bir yer açman gerekecektir... Pisa kulesi İtalya’ya ait değil, daha geniş bir kültürel ağa ait. O ağın parametrelerini öğrenmeden, veya öğrenme demeyelim de, daha belirleyici olan, o ağın parametrelerine dahil olmadan, gömülmeden, o ağa dair kitaplar okuyup keyif almak değil mi tam da bizi dışarıda bırakan şey? Sonra da sürekli ‘biz ve onlar’ diye konuşmamıza sebep olan? Savaş Kılıç’ın diyelim ki Fransızca bilmeyen bir yakın dostu olsun (mesela ben), bu yakın dost (gene ben) ona şöyle bir konuda danışmış olsun: “Savaşcım, sen Fransızcasından okumuşsundur da biz işte Türkçelere kalmış durumdayız, Proust’un bütün yapıtını iki ayrı yayınevi basıyor (diyelim ki), ve her iki yayınevinde de tek bir çevirmene emanet edilmiş koleksiyon. Ancak majör bir fark var, çevirmenlerden biri ‘celle celaluhu’ modunda, isimleri Türkçeleştirmiş, yer adları Türkçe, kişi adları Türkçe, kahramanlar arada rakı veya demirhindi şerbeti, olmadı Türk kahvesi içiyorlar vs. Diğeri ise hem sadık bir çeviri hem de üstüne bir de eleştirel edisyon dediklerinden, dipnotlarla, çevrilemeyen italik ifadelerle, parantez içleriyle dolu. Ders kitabı gibi. Sen bu çeviri işlerinden anlarsın, beni de biliyorsun, hangisini tavsiye ediyorsun?” Eğer bu sorunun ardından bana “iç bir rakı, çek üstüne de bir Türk kahvesi, keyfine bak” derse, “gerçekten bu adam en fazla keyfine bakabilir, bari zorlamayalım da yormasın o güzel aklını” demiş olmaz mı? Acıma ile şefkat arası bir yaklaşım. Biraz da kollayıcı: “senden adam olmaz ama neden biraz hayatın tadını çıkarmayasın, edebiyat zevkinden sen de bir yudum tatmayasın Süreyyyacım,” gibisinden. Serbest çeviri hedefsiz, geçici haz odaklı bir okuma arayan okuru gözüne kestiriyor. Savaş’ın bir de şöyle dediğini düşünelim: “Deli misin, tabii ki sadık olanı oku, herhalde sıkıcı bulacak halin yok (içinden neden sordu ki böyle apaçık birşeyi bana diye de düşünerek), yarın öbür gün bir alıntı yapacak olursun, bir pasajı, bir kavramı alıp kendince bir teori geliştirecek olursun, efendim birileriyle kitap üzerine sohbet edecek olursun, ‘biliyor musunuz gümrükten rakı getirdim bu rakı ki Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanında ve Proust’un Kayıp İkindi’nin İzinde adlı şaheserinde en çok tüketilen içkidir’ dersin falan, maazallah!” Tabii bu illa ki hor görme de demek değildir. Sevgili annem, sonradan tam idrak ettim ki, gerçekten Avrupa’yı iyi gezmiş bir dönem. Misal, onun da geçtiği Ljubljana’dan geçtiğimi, ölümünden yıllar sonra, eski defterlerini karıştırırken farkettim. Son günlerinde, bir kanser hastası olarak, okuma alışkanlığına aynen devam ediyordu. Son saniyeye kadar da sağlığı izin verdikçe okudu. Aynı soru ile karşılaşsak, hiçbir hor görme sözkonusu olmasa da, hastalıkla başetmeye çalışan bir insana roman önerirken, elbette kolay ve keyifle okunan versiyonu önereceğizdir. Celle celaluhu olanı.v Kılıç yazısında sorunlu gördüğüm tek eksiklik yol açıyordu bu fikir ayrılığına: yazıyı yazarken hep nasıl bir çeviri üzerine düşünceyi kurmuş olması. Halbuki ben nasıl bir çeviri değil nasıl bir okur üzerine kurulması gerektiğini düşünüyorum. Nasıl bir okur hayal ediyorsanız, ona göre de bir çeviri. Gölge okuma yaptığını söylediğim okurlara gelebilirim işte şimdi. Gölge okuma dediğim şu: ana yabancı dillerden en az birini bilen bir okur, teorik bir kitabı okurken özellikle, bir incelemeyi, araştırmayı, denemeyi veya felsefi/sosyolojik bir eseri okurken, sürekli alttan cümlelerin orijinallerini de görüyor. Görmeye çalışıyor. Veya görmeye engel olamıyor. Hayal ediyor. Özellikle kitap bildiği dilden çevrilmişse ve gene de bir nedenle Türkçesini okuyorsa. Türkçe metni okuyor ama alttan hiç görmediği için hayali ama aslında orijinal metin de akıyor. Hatta mesela bazı kavramları çevirmenin ne ile karşıladığını şeffaflık parantezleri sayesinde öğrendikten sonra o kavramlarla her karşılaştığında iç sesine geri tercüme ederek okumaya çalışıyor. Özellikle de kavramın Türkçesi çok kafasına yatmadıysa. Lafı uzattım, özetle söylemek istediğim iki temel konu vardı: Türkçe’nin bir çeviri ülkesi olarak anılmasına artık bir son verilmesi ve bu konuda mitlerin ötesine geçilip gerçekten ne olup bittiğine bakılması. İkincisi de serbest çeviri sadık çeviri tartışmasının nasıl bir çeviri en iyi çeviridir üzerinden yapılmasına itiraz etmek ve nasıl bir okur istiyoruz’a veya nasıl bir okura çeviriyoruz/yayınlıyoruz’a odaklanmayı önermek. Çeviri konusunda kafamdaki en canlı tartışma bugünlerde şu en beylik temanın yeniden ele alınmasını gerektiriyor: sadık çeviri mi serbest çeviri mi? Kurmaca metinlerin çevirisinde serbest çevirinin doğru çeviri anlayışı olduğunu savunan, tersinin teknik çeviri sayılması gerektiğini öne süren bir anlayış (ve bunun eğitim alanındaki yansımaları) ile karşı karşıya geliyorum. Serbest çeviri ile edebi metin çevirmekte şöyle bir yukarıdan bakma tavrı seziyorum okura: okur, bu metnin içine doğduğu kültürel atmosferi takip edecek, onu kavrayacak durumda değildir (zaten dil bilmeden bu yapılamayacağına göre fazla söze de hacet yoktur bu konuda), dolayısıyla bir metinde yazarının ‘ne yapmaya çalıştığını’ göstermeye çalışmak yerine, yazarın yaptığını Türkçede yapmak diye bir hedef belirlenebiliyor. Yani çevirmen ‘ne yapılacağına karar vermek’ rolünü yazara bırakıyor evet, ama bu yapılmaya karar verilenin fiilen yapılmasını ‘bir dilde tatbik etmek’ olarak algılayıp, tatbikat usüllerine hakimiyet eşliğinde, ve neyin tatbik edilmesi gerektiğini eğer başarıyla anlayabilmişse, diğer dile tatbik ettiği anda en iyi çeviriye ulaşacağını düşünüyor (veya düşünebiliyor). Ne var bunda, diyebilirsiniz. Nefis Türkçe ile kotarılmış harika bir kitap çıkar işte bundan. Mesele tam da bu. İyi bir çeviri peşine düştüğümüzde derdimiz uzun yolun sonunda harika bir kitaba varmak mı? Yoksa yazarın ne yaptığına tam olarak vakıf olabilmek mi? Çeviri kitap da bir yerdir. Burada ne olup bittiğine tam olarak hakim olabilmek mi güzel bir anıyla dönmek mi mesele? Küçük bir anekdotla kapatayım. Yıllar önce Beckett’in Krapp’ın Son Bandı adlı oyununun Türkçedeki üç çevirisi üzerine bana eğlenceli gelen bir yazı yazmıştımvi. Yapmak istediğim, çevirilerin doğruluklarını, sadakatlerini ölçmek, hangisinin daha güvenilir olduğunu bulmak değildi. Yani yazı bir çeviri eleştirisi gibi belki görünüyordu am aslında çeviri eleştirisi yapmak değildi niyetim, bunu kendimce görünürleştirmek için de Krapp’ın Son Bandı’nın İngilizce edisyonunu hiç önüme almadan yazdım yazıyı. Ve hiç orijinaline bakmadan bu üç çeviriyi karşılaştırdım. Birbirleriyle karşılaştırdım kısacası. Çünkü amacım sadece Türkçeden okuyan bir okuru içine soktuğumuz karmaşayı incelemekti. Öylesine büyük ve dramatik farklar çıkmıştı ki karşıma donakalmıştım. Beklediğimden de fazlaydı bu. Üstelik bir tiyatro oyunundan bahsediyoruz. Ama başkahramanın masanın önünde mi arkasında mı durduğu bile tartışmalı oluyordu. Ayakkabı numarası bile farklıydı, her fiziki hareketi kuşkuya düşürecek şekilde farklı farklıydı. Üstelik çevirilerden birini hatalı diye damgalayabileceğiniz bir örüntü de yoktu ortada. Bir konuda A ve B çevirisi ortaklaşıyorlar C ayrılıyordu, hop öbüründe B ve C ortaklaşırken A bambaşka bir şey yazmış oluyordu. Ama derdimi anlatmakta çok başarısız olmuş olmalıyım ki sonradan Krapp’ın Son Bandı’nın yayımcılarından biriyle karşılaştım, yazımı okumuştu ve tek yorumu şu oldu: “bizimki doğrusu!” i İlk bakışta burada bir mantık hatası yaptığım düşünülebilir. Yazar kimliğini besleyecek şekilde çeviri yapan biri esas kendini çevirmen olark görmemelidir, ve de iş olarak çeviri yapmış biri görmelidir, diye düşünülebilir. Buradaki kıvrımlı mantığın izledi rota farklı: evet ama, kendi edebiyatını besleyen çeviriler yapmışsa bir yazar ancak o zaman yaptığı çevirileri anmak için kendini ikna edebilir. Kendini akılda tutmaya bile ikna edemediği işleri yapan biri olarak da anılması esas mantıksızlık olacaktır. ii Bu konuda da tuhaf ruh hallerine, fare dağa küsmüş psikolojilerine girmişimdir zaman zaman. Tam bir tutarsızlık çizmişimdir. Kastettiğim şu: sırf tencere kaynasın diye yapılan, edebi veya siyasi angajmanlarımla hiçbir alakası olmayan çevirilerde hangi ismi kullanmalı sorusuna tutarsız cevaplar vermişimdir. Bazen iki ayrı alan gibi bunları korumaya özen göstermek gerektiğini, birinin “yaşamın ve ölümün Süreyya’sı”nın (2 y’li) ekmek derdiyle ilgili bir iş olduğunu, diğerininse “yazının Süreyyya’sının (3 y’li) alanı olduğunu düşünerek çevirileri resmi adımla Süreyya Evren Türkeli şeklinde, veya Evren Türkeli, ya da S. E. Türkeli şeklinde imzalamışımdır. Bazen de, özellikle de bana çok ters gelen metinleri çevirdiğimde, işte buradaki psikoloji ilginç ve tutarsızlığa sebep olan da bu, tam bu benim tam zıttım metinleri hiç ilgi duymadan ve hatta kötü bir hisle çevirirken, bir tür hayata ve kendime karşı öfkeye kapılıp Süreyyya Evren olarak imzalamaya kaymışımdır. Bundan sonra gene aynı durumda kalırsam ne yapacağımı da kestiremiyorum. iii “Benzetirken Benzemek: Kırmızı Pazartesi ve Önümüzdeki Pazartesi”, Arat Dink ve “Anavatan Kapıyı Kapattıktan Sonra”, Süreyyya Evren, Sıcak Nal, sayı 2, Mayıs-Haziran 2010. iv İşin ilginci, hemen iki sayı sonra, Sıcak Nal’ın 4. Sayısını yayına hazırlarken, gene aynı ikileme düştük. Ama tersten! William Golding’in Sineklerin Tanrısı kitabı üzerinde çalışıyorduk. Bu sefer daha çabuk çıktık kararsızlıktan çünkü herkesin zaten elindeki edisyon Mina Urgan çevirisiydi. Fazla tartışılacak bir konu yoktu. Bir tek bende bir çeviri daha vardı (Sineklerin Tanrısı, İşte Bizim Dünya, çev. Müge Taysi, 1983, Deniz Kitaplar Yayınevi). İşin ilginci Müge Taysi çevirisini bu kez de daha sadık olduğu için sevmiştim. İngilizce edisyonla karşılaştırarak okumaya çalıştım bir süre iki çeviriyi. Urgan fazla serbest geldi. Kitabın yabanıllığını yumuşatmış buldum. Bir türlü ısınamadım. Duygusal bir bağ kuramadım. Faik Baysal’da serbest çevirinin yarattığı bağlılık duygusunu Sineklerin Tanrısı’nda Müge Taysi yaratıyordu. Enteresan bir rastlantı da farkettim bu yazıyı yazarken. Milli Kütüphane’nin veri tabanına girip Müge Taysi’nin başka neler çevirmiş olduğunu görmeye çalıştım. Veritabanı yanılmıyorsa, başka bir tek çevirisi daha vardı ve o da Marquez’dendi! v Bu örneği vermemin sebebi, içimde kapatamadığım bir pişmanlık taşımam da olabilir. Genelde sevdiklerime, herhangi bir kitaba merak, ilgi duydularsa bunu öğrenip hediye etmeyi çok severim o kitabı. Ama annem son doğumgününden önce Mahir Öztaş’ın Soğuma adlı ilk romanına ilgi duymuş olmasına karşın ben kimbilir hangi sebeple Elias Canetti’nin Körleşme’sini almıştım. Hiçbir zaman okuyamadı. Canı da çekmedi belki. Kitap şimdi bende duruyor. Ben de okuyamıyorum. Belki bu anıyı tamir etmek için bir gün Mahir Öztaş’ın bugüne dek hala edinmediğim kitabını da alıp, önce onu okuyup sonra Canetti’yi okumam gerek. vi “Krapp’ın Üç Bandı”, Süreyyya Evren, Varlık Dergisi Kitap Eki, Mayıs 1994. |
Sonraki > |
---|